Zaman kavramını bir çıngıraklı topun içinde kaybettiğimiz çocukluk dönemlerinde her şey bizim içindi. Küçük dünyamızda bize verilen şeylerle yetiniyor ve mutlu oluyorduk. Yani, siyah-beyaz görüyor ve olan biteni fark edemiyorduk. Saat bizim için bir anlam ifade etmiyordu. Takvim yaprakları babaannemizin okuduğu ve sonra çekmeceye koyduğu kağıt parçasından başka bir şey değildi. Akşam’ a doğru koyu maviye çalan gökyüzü bize eve gidip yemek yeme vaktimizi hatırlatıyordu. Çocuğu zaten çocuk yapan da budur. Yoksa biyolojik bazı kriterler çocukluğu belirlemez.
Cehaletin gerçekten büyük bir mutluluk olduğunu şimdi anlıyorum. Bazen, bilmemek, farkında olmamak ve olumsuzu görmemek ne kadar güzel bir duygu diyorum. İşte bana bunları dedirten şey ; büyümüşlük hissi. Çocukken hep büyümeyi isteyerek en büyük hatayı yaptık. Hangi çocuk, çocuk kalmayı ister ki ? O kadar mantıklı çocuğa henüz rastlamadım. Büyüyerek, bardağın dolu tarafından boş tarafına geçtik. Keşke hep bardağın o dolu tarafı dedikleri kısmında bir japon balığı olarak yaşasaymışız. Dev bir bardakta 7 milyar japon balığı yaşasa ne ilginç olurdu. Öyle yaşasaydık daha mutlu bir toplum olacağımıza eminim. Mutlu balıklardan mutlu balık toplumlarına diye bir kitap bile yazılabilir.
Hayatı renkli görmeye, omurgalı canlıların bir handikapı olan ergenlik denen o çıkmaz sokakta başlıyoruz. Bilinç denen o mutsuzluk kaynağı, o sokakta bize aşılanıyor. Hayat denilen o acımasız süreç bize bazı şeyleri zorla öğretmeye, umudumuzu köreltmeye başladığında büyüdüğümüzü hissediyoruz. Büyüme dediğimiz hadiseye ; toplumsal olaylara bakış açımızın değişmesini ve havalı fişekler gibi patlayan fikirlerimizi de ekleyebiliriz. İşte büyümek böyle garip bir şey.
Kategoriler:kişisel yazılar